top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıilker KALDI

Aşkın Bilim Hali

Bugün 14 Şubat… Sevgililer Günü…

Kapitalizmin çiçek, mücevher, akşam yemeği üçgeninde tüketim çılgınlığını körüklediği günlerden birisi…

Sevgililer günü, aşkla özdeştir insanların zihninde. Yine kapitalizmin el attığı her kavram gibi ucuzlaştırdığı, basitleştirdiği aşk ile…

Konu aşk olunca bir çoğumuz iflah olmaz romantizm içinde davranıyor. Aşkın kalpten doğan en üstün duygu olduğuna inanıyor büyük çoğunluk.

Acaba gerçekten öyle mi? Acaba aşk, gerçekten kalbin bir ürünü mü? Yoksa birçok duygu gibi o da beynimizin bir oyunumu bize?

Bu yazı, başlığından da anlaşılacağı üzere, aşka bilimin gözünden bakan bir yazı olacak. Deyim yerindeyse, aşkla ilgili romantizmi biraz yerle bir edeceğiz. O nedenle en son söyleyeceğimizi de en baştan söyleyerek rahatlayalım: Bütün diğer duygular gibi aşkın kaynağı da beyindir.

Bu andan itibaren birkaç soruyla aşkın bilim halini anlatmaya çalışacağız. İşte ilk soru: Aşk nasıl başlıyor?”.

Bilimin cevabı basit: Görsel uyaranlarla. Gördüğümüz anda çekici bulduğumuz birisiyle ilgili beyinde aşk sürecini yöneten bölgeler harekete geçiyor.

Bu bölgelerden bazıları beynin neokorteks adını verdiğimiz beynin akıl-mantık bölgesinde yer alıyor (Aşkla birlikte bu bölgeler akıldan mantıktan uzaklaşıp aşkın esiri oluyorlar o ayrı).

Gördüğümüz anda etkilendiğimiz birisi, beynimizin aşk bölgelerini harekete geçirdiğinde devreye “aşkın kimyasalları” diyebileceğimiz hormonlar devreye giriyor.

İşte ikinci soru: Nedir o aşkın kimyasalları? Dopamin, Serotonin, NGF, Oksitoksin ve Vazopressin…

Dopamin aşkla birlikte yoğun salgılanmaya başlar ve madde bağımlılığı gibi insan zihnini gittikçe şiddetlenen düzeyde âşık olduğu kişiye bağlar, ona bağımlı hale getirir.

Serotonin, aşkın başlangıcında giderek az salgılanır. Bu eksiklik, aşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamamlanmak üzere, kişinin zihinsel, fiziksel mesaisini ona yöneltmesini sağlar.

NGF, romantik duyguların ortaya çıkmasını sağlar. Esasen aşkın kalp ürünü olduğu hissini veren de bu hormondur. Aşksız cinsel dürtülerde NGF artışı gözlenmez.

Oksitoksin, insanlar arasında bağlılığı sağlayan en önemli hormonlardan birisidir. Birbirlerine sarılarak selamlaşan hatta sadece tokalaşan insanlarda bile oksitoksin düzeyi artar.

Vazopressin, bu hormon, aşık beyinde fazla salgılanır. Bu hormonun erkeklerde saldırganlık davranışı ile ilgisi vardır. Vazopressini fazla salgılayan beyin, “aşkı için her şeyi yapmayı göze alır” …

 

Aşk dediğimiz duyguyu meydana getiren beyin kaynaklı bu hormonlardan sonra şimdi şu soruya cevap arayalım: Aşkın Gözü Kör müdür?

Evet kördür. Çünkü aşk devreye girdiğinde beyinde faaliyeti azalan veya duran bölgeler vardır. Yine bilimin ışığında ilerleyelim:

Aşk halinde beynin ön (frontal) bölgelerinde yer alan “akıl yürütme” ve “planlama” ile ilişkili bölgelerde kolayca izlenebilen bir baskılanma oluyor. Âşık bir beyinde, akılcı ve eleştirel düşünmeyle ilgili ön beyin bölgeleri büyük oranda devre dışı kalıyor. Böyle bir durumda âşık insan, aşkının kusurlarını görmez; iyiliklerini ve güzelliklerini ise alabildiğine abartır. Aşkının her davranışında bir hikmet arar. Âşık olan kişi aşkıyla karşılaştığında eli ayağı dolaşır, saçmalar.

Aşık insanlardaki bu akıl tutulması, sadece âşık olunan kişi söz konusu olduğunda geçerlidir. Hayatın diğer alanlarında ise akılcılık devam eder.

Anladık aşkın gözü körmüş. O zaman bir başka soru: Peki aşkın gözü neden kara? Üzerine şiirler, şarkılar yazılar; efsaneler, destanlar anlatılan aşkın gözünün karalığı, âşığın cesaretinin de romantizmle ilgisi yok. Buyurun okuyun:

Aşık beyinde faaliyetleri baskılanan başka bir bölge de “Amigdala”dır. Amigdala duygularımıza yön veren “Limbik Sistem” adlı sistemin önemli bir parçasıdır.

Amigdala, korku, öfke ve fobiler gibi şiddetli duyguları hafızaya depolayan ve bu duygularla benzer/ilişkili davranış kalıplarını yöneten bölgelerden birisidir. Aşık beyinde amigdala bölgesinin baskılanması, korku duygusunun azalmasını, kişinin normalde giremeyeceği risklere girmesini sağlar. Amigdalanın baskılanmasının başka bir sonucu ise, cinsel ilişkinin orgazm aşamasında, erkeklerde meydana gelen boşalma anıdır.

Ve nihayet romantik âşıkların son kalesini de düşürecek son soruya geldi sıra: Aşk ölür mü?

Öyle ya, ilk başladıklarında “yandım, öldüm, bittim. Ömrümün geri kalanı senin” diyerek ateşin bacayı sardığı aşkların neredeyse tamamı bir süre sonra tarihe karışıyor. “Niçin böyle oluyor?” derseniz… Aşk duygusunun alevlendiği ilk dönemlerde dopamin, NGF, vazopressin artar, serotonin azalır. Yani beyin kimyası köklü biçimde değişir ve garip bir durum çıkar karşımıza.

Ancak bir süre sonra beyin normale dönüyor. Aşkın ilk safhalarında beliren “gözü karalık” giderek azalıyor. Hormonlar dengeye kavuşunca bizim romantik aşklar bitiveriyor.

O zaman ek bir soru: Başarılı, uzun birliktelikler, yani ölmeyen aşklar nasıl mümkün oluyor? Uzun soluklu birlikteliklerde, aşkın deli hali yok. Ama bir şey var: Bu insanlar birbirlerinden vazgeçmiyorlar. Yani aşk ölmüyor ama dönüşüyor.

Yani aşkın ilk dönemlerinde beyindeki limbik sistemin kontrolü altında gerçekleşen, “ateşin bacayı sardığı” haller, yıllar içinde neokorteks tarafından yönetilen akılcı, insani birlikteliğe dönüşüyor.

Bu dönüşümü gerçekleştiremeyenler “aşkımız bitti” diyerek ayrılıyorlar. Bu durumun nedeni ise âşık olunan kişiye değil, aşkın ilk safhasının yarattığı heyecana duyulan tutkudur. Yani insanların büyük çoğunluğu aslında kendileri de farkında olmadan “âşık olmaya âşık” …

Muhtemelen romantik âşıkların “aşk efsanesinin” üzerine limon sıkan bir yazı oldu ama ne yapalım bilim böyle diyor.



68 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page