Liseyi bitirip memleketim Viyana’dan pamuk ihracatçısı bir şirkete stajyer olarak gittiğimde henüz 18 bile değildim. Babam bu yaptığımdan hiç memnun olmadı. Ailemiz uzun süredir bürokratlar, profesörler, avukatlar, doktorlar çıkaran bir aileydi. Dolayısıyla babam benim bir üniversite öğrencisi olmamı istemişti, bense Latince öğrendiğim sıkı bir lise evresinden sonra yorulmuştum ve çalışmak istiyordum. Ancak babamı mutlu etmek için Hamburg Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesine de kaydoldum.
O yıllarda Avusturya’da ya da Almanya’da bir öğrencinin düzenli okula gitmesi gerekmiyordu. Yapılması gereken tek şey, hocaların imzalarını kayıt defterine geçirilmesiydi. Bunun için öğretim üyelerinin sekreterlerine usulüne uygun şekilde ricada bulunmak imzaları almak için yeterliydi. Hiç gece dersi yapılmadığından ve gündüzleri de işe gittiğimden tek bir derse bile girememiştim. Buna rağmen hala iyi bir öğrenci olarak kabul ediliyordum. Bütün bunlar modern zamanlardaki insanlara aykırı gelebilir, fakat o günlerde bunlar çok normaldi. Üniversiteye girmek için lise mezunu olmak yeterliydi. Üniversite diploması almak için gerekli olanlar, küçük bir miktar olan üniversite harçlarını ödemek ve dört yılın sonunda bitirme sınavını geçmekti.
Stajyer olarak çalışmak son derece sıkıcıydı ve çok az şey öğrenmiştim. İş sabah yedi buçukta başlıyor ve saat dörtte bitiyordu; Cumartesi günleri ise 12′de özgür kalıyordum. Bol bol zamanım vardı. Hafta sonları Avusturya’dan iki stajyer arkadaşımla otostop çekerek Hamburg yakınlarındaki kasaba ve köylere giderdik, resmi olarak öğrenci olduğumuzdan öğrenci yurtlarında ücretsiz olarak kalırdık. Hamburg’un ünlü şehir kütüphanesi de, iş yerimin yanı başındaydı. Üniversite öğrencilerinin de istedikleri kadar kitap alma hakkı vardır. Yaklaşık 15 ay boyunca İngilizce, Almanca ve Fransızcadan sayısız eseri hiç durmaksızın okudum.
İlk Ders: Mükemmele ulaşmak için bir kez daha dene, kaç yaşında olursan ol!
Daha sonra haftada bir operaya giderdim. Hamburg Operası, şimdi olduğu gibi o zaman da dünyanın en ünlü operalarındandı. Her hafta operaya gidecek kadar çok maaş almıyordum, ama operalar da üniversite öğrencileri için ücretsizdi. Yapmanız gereken tek şey opera başlamadan bir saat önce oraya gitmekti. Gösteri başlamadan önce satılmayan ucuz biletler üniversite öğrencilerine ücretsiz verilirdi. Operaya gittiğim akşamlardan birinde, İtalyan bestecisi Giuseppe Verdi’nin 1893′te yazdığı son operayı “Fallstaff”ı dinledim. Şu sıralar son derece popüler olsa da 1930′lardan önce seyrek olarak sunulan bir opera eseriydi. Hem operayı söyleyenler, hem de dinleyenler için zor bir eserdi. Viyana’da yetişmiş bir genç olarak oldukça iyi bir müzik eğitimim vardı. Birçok opera dinlemiş olmama rağmen, bunun gibi bir şey daha önce duymamıştım.
Bir araştırma yaptığımda beni son derece şaşırtan bir şey buldum. Bu opera; neşesiyle, yaşam için verdiği müthiş zevkle, inanılmaz doğallığıyla seksen yaşında bir adam tarafından yazılmıştı. 18 yaşında biri olarak, seksen yaş benim için inanılmaz bir yaştı. Daha sonra Verdi’nin kendisi için yazdıklarını okudum.
Fallstaff’ı yazmasından sonra ona şöyle sormuşlardı:
“Bu seksen yaşınızda, opera dünyasında yüzyılın en büyük bestecilerinden biri kabul edilmenize rağmen, niçin çılgınca bir çalışmayla yeni bir opera yazdınız ve niçin bu kadar sınırları zorlayan bir tane?”
Verdi şöyle cevap vermiş:
“Bir müzisyen olarak tüm yaşamım boyunca mükemmelliği kovaladım. O ise her seferinde benden sıyrılmaya çalıştı. Seksen yaşında da olsam onu bir kez daha yakalamaya çalışmayı denemek boynumun borcuydu.”
Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bende silinmeyen bir etki bıraktı. Verdi, on sekiz yaşındayken eğitimli bir müzisyendi. Bense on sekiz yaşında ne olacağımı bilmiyordum, sadece pamuk ihracatında bir başarı abidesi olacağa benzemiyordum. On sekiz yaşında, olgunlaşmamış, acemi ve on sekiz yaşındaki bir gencin olabileceği kadar toydum. Otuzlu yaşlarımın başında nede iyi olduğumu ve hangi alana ait olduğumu biliyordum. Ancak ne iş yaparsam, yapayım, Verdi’nin sözleri benim kutup yıldızımdı.
İleri yaşıma bile gelsem, vazgeçmeyecektim. Mükemmeliyet için çalışacaktım, ne kadar kovalarsam, kovalayayım onun benden kaçacağına emin olsam da.
İkinci Ders: İnsanların değil, Allah’ın dikkatini çekecek kadar mükemmel bir iş yap!
Aşağı yukarı aynı sıralarda, Hamburg’da stajyer olarak çalışırken “mükemmelliğin” ne anlama geldiğine dair bir hikâye daha okumuştum. Bu hikâye, Antik Yunan’ın en büyük heykeltıraşı Phidias’ın hikayesiydi. Milattan önce 440 yılında yaptığı anıtlar 2400 yıl sonra günümüzde dahi Atina’da Parthenon’un tepesinde ayaktadır. Bugüne kadar bunlar Batı geleneğinin en büyük heykeltıraşlık eserleri sayılmıştır. Phidias dünyanın en büyük heykeli olan Zeus heykelini kuyumcu gereçleriyle yapmıştır. Herkesin hayran kaldığı bu anıtlarla ilgili faturayı şehrin mali işler başkanına gönderdiğinde, başkan ödeme yapmayı reddetmiştir.
“Bu anıtlar, Atina’nın en yüksek tepesinin üstündeki tapınağın çatısına dikilmiştir. Herkes önyüzünü görebilse de, arka yüzünü kesinlikle görememektedir ve sen bize hiç kimsenin göremediği arka kısımlarını da fatura ediyorsun.”
Phidias sert bir şekilde yanıt verir:
“Yanılıyorsun, Tanrılar onu görebilir.”
Bunu Fallstaff’ı dinledikten kısa bir süre sonra okumuştum ve çarpılmıştım. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Tanrı’nın fark etmesini istediğim birçok şey yapmıştım, ama esas olan başka bir şeydi:
“İnsan, diğer insanların beklenti sınırlarında değil, Allah’ın beğeneceği, fark edeceği bir mükemmeliyet için çabalamalıydı.”
İnsanlar, bana hangi kitabımı en iyi olarak kabul ettiğimi sorduklarında, gülümseyerek şöyle derim: “Bir sonraki.” Bunu sadece bir espri olarak söylemem. Verdi’nin opera yazarken ki ruhuyla söylerim, mükemmeliyet için bir kez daha denemek gerekir. Şu anda (seksen beş yaşındayım) iki yeni kitap üstünde çalışıyorum. Öncekilerden daha iyi olacaklarını umuyorum ve daha da önemlisi mükemmele bir parça olsun daha yakın olacak.
Birkaç yıl sonra, Almanya’ya, Frankfurt’a taşındım. Bir borsa aracı şirketi için önce stajyer olarak çalıştım. New York Borsası’nın 1929′daki çöküşünden sonra aracı şirket iflas etti. Yirminci yaş günümde Frankfurt’un en büyük gazetesine, mali konularda ve dış ilişkiler konusunda yazar olarak girdim. Geçiş yaparak hukuk öğrenciliğime devam ettim. O yıllarda bir Avrupa üniversitesinden diğerine geçiş yapmak çok kolaydı. Hala hukukla ilgilenmiyordum; ama Verdi ve Phidias’ın verdiği dersler aklımdaydı. Bir gazeteci, birçok konuda yazmak zorundaydı ve böylece yetkin bir gazeteci olabilmek için herk konuda bir şeyler öğrenmeye karar verdim.
Üçüncü Ders: Birçok konuda derinleş!
Çalıştığım gazete öğleden sonra bitmek zorundaydı. Sabahları altıda çalışmaya başlar ve öğlen ikiyi çeyrek geçe bitirirdik. Böylece kendimi öğleden sonraları ve akşamları çalışmaya zorladım: Uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk, sosyal ve yasal kurumlar tarihi, finans ve diğerleri. Zamanla hala kullandığım bir sistemi geliştirdim. Her üç ya da dört yılda bir yeni bir konu seçerim; bu bazen istatistik olur, bazen ortaçağ tarihi, bazen Japon sanatı, bazen de ekonomi. Üç yıllık bir çalışma bir konunun uzmanı olmaya yetmez, ama anlamak için yeterlidir. Böylece son altmış yıldır, belirli bir dönemde tek bir konuyu çalışmışımdır. Bu bana sadece bilgi kaynağı olmamıştır. Aynı zamanda beni yeni disiplinlere, yeni yöntemlere ve yeni yaklaşımlara açık olmaya itmiştir.
Dördüncü Ders: İyi yaptıklarını, yapamadıklarını bil ve gelecek yıl için iyileştirme planı yap!
Kendimi uzun süre entelektüel olarak ayakta tutmama yol açan dördüncü dersi, Avrupa’nın önde gelen baş editöründen almıştım. Editör kadrosu oldukça genç insanlardan oluşuyordu. Yirmi iki yaşında, yardımcı yönetici editörlerden biri olmuştum. Bunun nedeni çok iyi olmam değildi, hiçbir zaman birinci sınıf bir gazeteci olmadım. Ama 1930′lu yıllarda otuz yaşın üstünde bu tür bir konum için uygun kimse kalmamıştı; hemen hepsi I. Dünya Savaşı’nda ölmüştü. Son derece yüksek ve sorumluluk gerektiren konumlar, benim gibi genç insanlar tarafından dolduruluyordu. Bu durum Pasifik Savaşı’ndan on yıl kadar sonra 1950′lerin sonlarına doğru gittiğim Japonya’da da aynıydı.
O sıralar ellili yaşlarında olan baş editörümüz genç ekibini disipline etmek ve eğitmek için sonsuz uğraş veriyordu. Her hafta her birimizle yaptığımız işi ele alıyordu. Yılda iki defa yılbaşından sonra ve tatil iznimizden önce Haziran’ın sonunda bir Cumartesi öğleden sonramızı ve Pazar günümüzü bir değerlendirme toplantısına ayırırdık.
Bu toplantılarda neler konuşulurdu:
Önce geçmiş altı ayı değerlendirerek geçiriyorduk.
Editörümüz her zaman iyi yaptığımız şeylerle konuşmaya başlardı.
Daha sonra iyi yapmaya çalıştığımız şeylerle konuşmaya devam ederdi.
Bir sonraki aşamada yeterince çalışmadığımız şeyler hakkında konuşurdu.
Son olarak da kötü yaptığımız ya da başarısız olduğumuz konuların eleştirisini yapardı.
Son iki saatimizi gelecek altı aydaki işimizi öngörmeye ayırırdık.
Nelerin üstüne odaklanmalıyız?
Neleri iyileştirmeliyiz?
Her birimizin öğrenmesi gerekenler nelerdir?
Bu toplantıdan bir hafta sonra, baş editörümüze izleyen altı ay için bir çalışma ve öğrenme programımızı her birimiz ayrı ayrı verirdik.
Bir önceki yılı değerlendirmek
Yaklaşık on yıl sonra, ABD’ye henüz geldiğimde, bunları hatırladım. 1940′larda önde gelen bir fakültede öğretim üyesiydim, kendi danışmanlık işimi başlatmış ve büyük kitaplar yayımlamaya başlamıştım. Daha sonra Frankfurt’taki editörümün öğrettiğini hatırladım. O zamandan beri, her yaz iki haftamı geçmiş yıldaki çalışmalarımı değerlendirmekle geçiriyorum. Önce iyi yaptığım şeyleri, sonra daha iyi yapabilecek olduğum şeyleri, iyi yapamadığım şeyleri ve son olarak kötü yaptığım ya da yapamadığım şeyleri değerlendiriyorum. Böylece danışmanlık, yazarlık ve öğretim işlerindeki önceliklerimi belirleyebiliyorum.
Hiçbir zaman, Ağustos ayında yaptığım bu planları tam olarak uygulayamadım, ancak bu çalışmalar beni Verdi’nin “mükemmeli yakalamak için çabala” düsturundan gitmeme yardım etti, mükemmel benden hep daha hızlı davranıp kaçtıysa da…
Beşinci Ders: Yeni bir göreve geldiğinde, yapman gerekeni öğren!
Bir sonraki öğrenme deneyimim birkaç yıl sonraydı. 1933′te Frankfurt’tan Londra’ya gittim, önce büyük bir sigorta şirketinin yatırımlar bölümünde analist olarak, daha sonra küçük ama hızlı büyüyen bir bankanın ekonomisti ve üç kıdemli ortağın genel sekreteri olarak çalıştım. Kurucu olan ortak yetmiş yaşlarındaydı ve diğer iki ortak otuzlu yaşlarının ortalarındaydı. Önce iki genç ortakla çalıştım ve daha sonra yaklaşık üç ay sonra yaşlı kurucu ortak beni ofisine çağırdı ve dedi ki:
“Sen buraya geldiğinde seni çok fazla dikkate almamıştım; hala da almıyorum. Ancak sen tahmin ettiğimden daha aptalsın; ve hatta sen hakkın olandan daha fazla aptalsın!”
Diğer iki genç ortaklar, hemen her gün beni göklere çıkarırken, bu ortak beni aptal bulmuştu.
“Yeni bir göreve geldiğinde yapman gereken nedir?”
Yaşlı adam devam etti:
“Sen daha önce çalıştığın sigorta şirketinde çok iyi yatırım analizleri yapıyordun anlıyorum. Ama eğer biz senin yatırım analizi işine devam etmeni isteseydik, seni orada bırakırdık. Sen şu anda ortakların genel sekreterisin ve hala yatırım analizleri yapmaya devam ediyorsun.
Yeni işinde etkili olmak için şu anda ne yapıyor olman gerekirdi?”
Çılgına dönmüştüm, ama yine de yaşlı adamın haklı olduğunu anlıyordum. Davranışımı ve çalışma şeklimi tamamen değiştirdim.
O zamandan beri, ne zaman yeni bir görev alsam, kendime şu soruyu sorarım:
“Yeni görevimde etkili olmak için ne yapmam gerekiyor?”
Bu sorunun cevabı her seferinde farklı olur.
Yaklaşık elli yıldır danışmanım. Birçok ülkede birçok organizasyonla çalıştım. İnsan kaynaklarının en büyük israf yolu, başarısız terfilerdir. Yetenekli insanlar terfi ettikleri yeni konumlarında birer başarı abidesine dönüşmüyorlar. Bunlardan çok azı tamamen başarısız olur. Çok daha büyük bir miktarı, ne başarısız olurlar, ne de başarılı olurlar, sadece ortalama olurlar. Çok azı ise başarılı olur.
On ya da on beş yıldır yetkin olan insanlar, ne olur da birden yetkinliklerini kaybederler? Aşağı yukarı bütün vakalarda gördüğüm, insanların benim Londra Bankası’nda yaptığım hatayı yaparlar. Yeni görevlerinde, onlara eski görevlerinden terfi etme yoluna açan işleri yapmaya devam ederler. Böylece yetkinliklerini kaybederler, çünkü yanlış şeyleri doğru şekilde yapıyorlardır.
Altıncı Ders: Kararlarını, kararların beklenen sonuçlarını yaz ve sonra gerçekleşenle tahminlerini karşılaştır.
Birkaç yıl sonra, 1945′lerde İngiltere’den Amerika’ya 1937′de taşındıktan sonra, üç yıllık çalışma konularımdan biri olarak “Erken Modern Avrupa Tarihi”ni seçmiştim, özellikle de beşinci ve altıncı yüzyılları. O dönemde Avrupa’da iki hakim güç vardı. Bunlardan biri, Jesuitler, bir diğeri ise Calvinistler idi.
Bu örgütlerden herhangi biri, kritik bir karar alıyorsa, beklediği sonuçları da yazmak zorundaydı. Dokuz ay sonra, gerçekleşen sonuçlarla tahminlerini de karşılaştırması gerekirdi.
Bu yöntem bir süre sonra, kararı alan kişinin neyi iyi yaptığını ve güçlü yanlarının neler olduğunu gösteriyordu. Ayrıca ne öğrenmesi gerektiğini ve hangi davranışların değişmesi gerektiğini neleri iyileştirebileceğini de gösteriyordu.
Sonuç olarak, neye yeteneği olmadığını ve neden uzak durması gerektiğini, neyi iyi yapamadığını da gösteriyordu. Bu yöntemi son elli yılda kendim içinde kullandım.
Yedinci Ders: Öldükten sonra neyle hatırlanmak istediğini kendine sor.
1949 Aralık ayında New York Üniversitesi’nde yönetim öğretmeye başlamıştım. Babam o sırada yetmiş üç yaşındaydı, California’dan bizi ziyaret etmeye gelmişti. Hemen yılbaşından sonra onun arkadaşı olan ünlü ekonomist Joseph Schumpeter’i ziyarete gittik. Babam emekli olmuştu, ama Schumpeter altmış altı yaşında hala Harvard Üniversitesi’nde ders veriyordu ve Amerikan Ekonomi Derneği’nin aktif başkanlığını yapıyordu.
1902 yılında babam Avusturya Maliye Bakanlığı’nda bürokrat olarak görevliydi ve üniversitede ekonomi öğretiyordu. Genç öğrenciler arasında en parlak olanı Schumpeter idi. Schumpeter, gösterişli, mağrur, iğneleyici bir kendini beğenmişti; babamsa sessiz, nazik ruhlu, kendini yok gösterecek kadar alçakgönüllüydü. Çok farklı olmalarına rağmen çok iyi iki dosta dönüşmüşler ve öyle kalmışlardı.
1949 yılında, Schumpeter çok farklı bir insandı. Altmış altı yaşında ve Harvard’daki son öğretim yılında, kendi şöhretinin doruğundaydı. İki eski dost, eski günlerden konuşarak harika vakit geçirdiler; ikisi de Avusturya’da yetişmiş ve çalışmışlardı ve ikisi de sonunda Amerika’ya gelmişlerdi. Schumpeter 1932′de babamsa dört yıl sonra. Sohbet sırasında babam aniden sordu:
“Joseph, neyle hatırlanmak istediğin hakkında hiç konuşuyor musun?”
Schumpeter, bir kahkaha patlattı, öyle ki ben bile güldüm. Schumpeter’in otuz kadar kitabı yayımlanmıştı ve iki tanesi baş yapıt sayılabilecek iki ekonomi kitabıydı, Schumpeter zaten bunlarla ünlenmişti. Belki gençliğinde sormuş olsaydık, muhtemelen Schumpeter, Avrupa’da kadınların en çok sevdiği adam, Avrupa’nın en iyi at binicisi ve dünyanın en büyük ekonomisti olarak hatırlanmak isteyecekti.
Schumpeter şöyle cevap verdi:
“Bu soru hala benim için önemli, ama artık bu soru için daha farklı bir cevabım var. Artık yarım düzine öğrenciyi, birinci sınıf ekonomistlere dönüştürmüş olmakla hatırlanmak istiyorum.”
Babamın yüzündeki hayret dolu ifadeyi görmüş olarak sözlerine devam etti:
“Biliyorsun, Adolph, artık kitaplarla ya da teorilerle anımsanmanın yeterli olmadığını bildiğim bir yaştayım. Birisinin yarattığı fark, eğer bir başka insanın yaşamında fark yaratmıyorsa, o kişi fark yaratmış sayılmaz.”
Babamın Schumpeter’i ziyaret etmesinin nedenlerinden biri de, Schumpeter’in hasta olması ve çok uzun yaşamasının beklenmemesiydi. Gerçekten de bizim ziyaretimizden beş gün sonra Schumpeter öldü.
Bu konuşmayı hiç unutmuyorum. Bu konuşmadan üç şey öğrendim:
· İnsan öldükten sonra neyle hatırlanmak istediğini kendine sormalı.
· Bu sorunun cevabı yaşlandıkça, olgunlaştıkça, dünya değiştikçe değişmeli.
· Hatırlanmaya değer olan, birinin başkalarının yaşamlarında yarattığı (olumlu) farklardır.