Çok uzaklarda aramayın, kafanızı şöyle bir kaldırdığınızda çevreniz zaman açlığı çeken yöneticilerle, patronlarla ve çalışanlarla dolu. Ömürlerinin neredeyse tümünü işe ve işle ilgili uğraşlara harcarlar. Öyle olmayanları küçümserler. Elde ettikleri görece başarılar, aslında hayatlarından harcadıkları zamanın bedelidir farkına da varmazlar.
Zaman Açlığı Çeken Patronlar / Yöneticiler
Sürekli olarak astlarına iş yüklerler. İş saati kavramı yoktur. İş dışında da çalışanlarını sürekli iş için ararlar. İş saatlerinde ve iş dışı saatlerde mevcut işlere ek yeni işleri, görevleri vermekten kaçınmazlar. Çalışanlarını 7/24 elektronik aygıtlara mahkum ederler. Aksi davranışları eleştirir hatta cezalandırırlar.
Bu şekilde çalışmanın başarıyı getireceğini, işe adanmış ve her an iş için hazır çalışanlar yetiştirmenin tek yolu olduğunu düşünürler.
Zaman Açlığı Çeken İşyeri Kültürü
Bu tür –sözde- çok yoğun çalışılan işyerlerinde, işinizin dışında uğraşlar edinmeniz, iş dışında da yaşam alanları oluşturup onlara zaman ayırmanız yadırganır. Hatta bu durum nedeniyle o işe uygun olmadığınız dahi düşünülür.
Bu tür işyerlerinin kültürü, işinizi her zaman hayatınızın diğer kısımlarının önüne koymak üzerine oluşmuştur. Patronun ve yöneticinin oluşturduğu bu kültür bir süre sonra çalışanların büyük çoğunluğunu da etkisi altına alır. Bu defa çalışanların çoğunluğu da başarıya ulaşmak için böyle yapmak gerektiğine inanmaya başlar.
Zaman Açlığı İşyerini Zehirler
Oysa bu tür çalışmak bir süre sonra insanları tüketir, robotlaştırır ya da verimli çalışmalarını engeller. İşyerindeki çalışan devir hızının yüksekliğinden söz bile etmiyoruz.
Üstüne üstlük, ömür tüketen yoğunlukta çalışmaya çare olabilecek değişim çabalarına, bizzat böyle çalışmaktan yakınan insanlar tarafından –farkında olmadan- direnç gösterilir. Çünkü işin dışındaki hayata zaman bırakmak insanlarda, sanki çalışma zamanından çalıyormuş, işte bir şeyler eksik kalmış hissi uyandırır.
Zaman Açlığı Çeken Çalışanlar
Başarının ve iyi kariyerin bu duruma uymak ve teslim olmakla geleceğini düşünürler. Uzun yıllarını ve o yıllar boyunca ömürlerini işyerine ve işlerine harcarlar. İş kimlikleri en öncelikli kimlikleridir. Esasen bu durum sağlıksız değil, ancak iş kimliklerine verdikleri aşırı önem hayatlarının diğer kimliklerini bastırmalarına neden olur. İşte sakınca da burada başlıyor.
İşi seviyorsa, iş eğlenceli ise ve ödüllendirme varsa bir yere kadar böyle çalışmak zarar vermez. Ancak işe aşırı odaklanan çalışanlar, adeta yumurtaları tek sepete koydukları için kariyer tehditi karşısında sanıldığından çok daha zayıf kalırlar.
Özellikle iş kaybı, işten ayrılma ve diğer sorunlar yaşadıklarında, bu sorunlarla başa çıkmakta çaresiz kalırlar. Çünkü o güne kadar hayatlarının iş kısmını o kadar çok beslemişlerdir ki, geride kalan alanlar sönmüş, mücadele edebilecek gücü kalmamıştır.
Öte yandan işkoliklik kültürünü benimseyen çalışanlar, hayatı dengeli yaşamak çabası gösteren çalışma arkadaşlarını eleştirir, tembellikle ya da işe aidiyet hissetmemekle suçlayabilir. Tıpkı kendilerine öyle davranan patronları/yöneticileri gibi…
Bu tür iş kültürünün olduğu işyerlerindeki en önemli sorunlardan bir tanesi de işe yeni başlayanların yetiştirilmesi, geliştirilmesidir. İşkoliklerin yönettiği ve çalıştığı işletmelerde yeni çalışanlara rehberlik edilmez. “Biz de böyle öğrendik, uyanık ol öğren. Benim hiç vaktim yok.” anlayışı egemendir. Adeta yeni çalışanlar “ya yüzersin, ya batarsın” ikilemiyle baş başa bırakılır.
Bu tür işyerlerinin para kazanması, rakamsal hedeflerine ulaşması mümkündür. Ancak müşteri memnuniyeti (dikkat edin tatmin demiyorum memnuniyet), çalışan bağlılığı ve istikrarlı bir biçimde faaliyet göstermesi ise mümkün değildir.
Bu tür çalışan, yöneticiler ve çalışanlar için ise durum daha da vahim. Çalışmayı araç olmaktan çıkartıp amaç haline getiren insanlar, buna karşılık ömürlerini bedel olarak ödediklerinin farkında değiller. Farkına vardıklarında da iş işten geçmiş oluyor çoğunlukla.