Kendimizi yaşadığımız kente ait hissediyor muyuz? “Evet” diyorsak ikinci soru geliyor. Bu durumu yaşamımıza nasıl yansıtıyoruz?Çünkü gelişmiş bir toplum olmanın önemli bir kıstasıdır yaşadığımız kente aidiyet hissetmek.
“Kentlilik bilinci” de diyebileceğimiz bu durum, ülkemizde neredeyse hiç yok. Bu bilince sahip olanlar ise, ne yazık ki seslerini çok duyuramıyorlar. Asla kendisini o kentin bir parçası olarak görmeyen kuru kalabalık ve onların omuzlarında yükselen popülist yöneticiler tarafından küçümseniyorlar.
Hiç öyle sosyolojik tahlillere falan girişecek değilim. Doğrudan günlük yaşam içinden birkaç örnek vermek istiyorum. Kendisini o kentin parçası hisseden insanlar şehrin sokaklarını rahatlıkla kirletebilirler mi? Ellerindeki kağıdı, sigara izmaritini ya da çiğnedikleri sakızı doğal bir davranışmış gibi atabilirler mi yere? Ya da bazılarının yaptığı gibi şehrin kimi yerlerini açık hava tuvaleti gibi kullanabilirler mi? Kendisini yaşadığı kente ait hisseden insan kentini korur, ona kıyamaz. Çünkü kentinin evinden farklı bir yer olmadığını bilir.
Çoğunluğu anda değil genellikle geçmişte yaşayan bir toplum olduğumuz için, genellikle bulunduğumuz şehirde yaşamanın keyfine varamayız. Aklımız yaşadığımız kentte değil hala “memleket” olarak nitelendirdiğimiz doğduğumuz ya da nüfusumuzun kayıtlı olduğu yerdedir. Bizi barındıran, ekmek veren, yaşamımızı sürdürdüğümüz kenti yüceltmek, geliştirmek yerine hala “memleket” ya da bir zamanlar yaşadığımız başka şehirlerin özlemi içindeyizdir.
Bu durumun bir sonucu da yaşadığın kentle harman olmak, kente özgü bir kültür oluşturmak yerine, kumaş üzerindeki farklı lekeler misali “hemşehricilik” bağnazlığında debelenip dururuz. “Bizim oranın adamı”, “yiğidin harman olduğu yer”, “toprağım”… ifadeleri hep bu hemşehricilik kültürünün ürünleridir.
Doğduğu yeri elbette sever insan, sevmeli. Baba – ata ocağıyla bağlarını elbette koparmamalı. Ama artık ait olduğumuz yerin yaşadığımız kent olduğunu da unutmamalı. Yaşadığımız kentin spor kulüplerinin taraftarı olmalı örneğin.
Bizler henüz kentli olmayı becerememiş bir toplumuz. Kentli olmak, kaliteli yaşamak demektir, uygarlığın üst satırında bulunmak demektir. Kentli olmak, başladığımız noktadan bir adım ötede hayatı sürdürmek demektir.
Oysa bizler yaşadığımız kentlere göç ederken tüm alışkanlıklarımızı da götürüp devam ettirme ısrarcılığı içinde olan insanlarız. Kentin bir ruhu, bir kimliği olduğu gerçeğinden habersiz biçimde kendi kimliğimizi olduğu gibi kente dayatmaya çalışıyoruz. Sonuçta ortaya, estetikten yoksun, saygıdan yoksun, kuru kalabalıkların birbirinden habersizce yaşadığı bir hengame çıkıyor.
Oysa kent, bir kültür ortamıdır; sürekli gelişen, yenilenen bir kültür ortamı. Kentliler de bu ortamın gelişmesine katkı yapması gereken insanlar…
Mevcut bilinç düzeyiyle bu kaliteyi ne zaman yakalarız bilmem ama görüntüye bakarak umutsuzluğa kapılmak da istemiyorum. Zaman zaman yüz gülümseten, yürek serinleten şeyler de olmuyor değil.